Translate

12 Aralık 2022 Pazartesi

HÜZNÜ ÇALAN PERİLER

  ( Dört farklı kişi, dört farklı ruh tarafından yazılmış bir ortak şiirdir.)


                                                                                                              (4.11.2022)

 Kıpırdatmıyor bu dert beni yerimden.

Yeşillendi gönlümün kır bahçeleri sonra soldu tek tek

Gerçeklik istiyorum dokunma solsa da çiçeklerime, bırak acımı bile!

Her yaktığım sigara hala ciğerimi solduruyor

Hayatın verdiği rolleri reddediyorum!

Ormandaki küçük yeşil perilerin şarkılarını duyuyorum mağaramdan

Duygularımın şarkısını dinliyorum, Sanırım yıkılışımın türküsü.

Çiziyorum pamuktan bulutların yanına sönmüş yıldızlarımı.

Sen kâinatın en güzel çıkmazısın.

Yapraklarımı döktüm senin topraklarına

Senin yüzünden kendimi aksatmışım, her şeyim olmuşsun ne yazık.

Yokluğunda yediğim içtiğimden de tat alamıyorum. Kimsin? Nasıl buna sebep olabiliyorsun?

Cüretkâr bir yalnızlığın içine doğuyorsun.

“Öldüğümüzde küllerimiz bir olsun, belki hayta bir torun döker külümüzü bahçeye senle ben çiçek oluruz, bir oluruz.”

Anma beni, anamazsın zaten ben kendimi hatırlatırsam varım senin için…

Uzanmak istiyorum derin bir sessizliğin içine

Eski bir intiharın hikayesi okunur dudaklardan,

“Seninle içtiğim şarap haram değildir bana.”

Her şey öyle değil midir? Olması gerektiğinde kaybolur, gider.

Dallarımda asılı kozasından çıkacak renkli kelebekler

Vazgeçtiğim her kuşun kanadından öpüyorum.

Gelincikler kızartmış etrafı, beklerler küçük çocukların soymasını

Deniz istiyorum, soğuk suyla savaşmak, soğuk insanlardan sonra

İlaç gibi gelen deniz ve tatlı meltem.

Hatırlar mısın bilmem eski sevgi dolu günleri, söylesene çok mu zor geriye dönmek?

Geçmişin ağlarına takılıp kalan, maziden bir şarkıdır sesin.

Tekrar tekrar kafamda çalıyorum seni

Bırak notaları da çık kafamdan, çalma senin olmayan her şeyi.



Yazarlar: Havva nur kara

Neslihan karabaş

Ruveyda karabaş ve ben.


22 Kasım 2022 Salı

PUSLU KITALAR ATLASI

 

 Türk edebiyatının kıymetli ve başarılı Post modern eserlerinden biri olan Puslu Kıtalar Atlası'nı okumadığım için hep utanırdım. Bunca zaman neden erteleyip okumadığıma bir anlam veremesem de kitabı beğendiğimi söyleyebilirim. Öykü içinde öykü şeklinde ve muhteşem kurgularla ilerleyen bu kitapta baş kahramanımız Uzun İhsan Efendi. Kahramanımız evinden bile çıkmayarak sadece düşleriyle bir gezintiye çıkar ve bu gezintiler sonucunda eserin adı oluşur: Puslu Kıtalar Atlası. Uzun ihsan efendinin Descartes’in “düşünüyorum öyleyse varım.” felsefesinden yola çıkarak “ben düşünüyorsam siz varsınız.” Diyor ve düşünmeye başlıyor. Düşlediği şeyleri bir bir not ediyor ve oğlu Bünyamin’e bu defteri veriyor.

 Defterle birlikte bir yolculuğa çıkan Bünyamin’in başına gelen ilginç olayları okuyoruz. Kâh yeniçerilerle, dilencilerle kâh kerpetenle diş çeken ve boşluğa inananlarla ilerleyen sürükleyici bir roman. Babası neyi düşlediyse ve not ettiyse Bünyamin’in başına da bizzat aynı olaylar geliyor. Bundan ötürü kitabın bazı yerlerinde acaba uzun ihsan bir oğlu olduğunu mu düşledi? Bünyamin gerçekte yok mu? diye düşünebilirsiniz. Asıl heyecanı da burada zaten. Bir sonraki cümlede bile ne olacağını tahmin edemeden, ters köşelerle çevrili bir kurguya kapılıyoruz. Gerçeklik algınızı sorgulatan ve pek çok şeyin üzerine düşündürten felsefi bir roman diyebiliriz. Okudukça ufkunuz genişleyecek ve olayların gidişatını merak edeceksiniz. Keyifli okumalar.

                                                  ALINTILAR:

1-“Bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmekti. Acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor, Bu yüzden daha rahat döşeklere, daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardı. Dünyaya olan kayıtsızlıkları bazan o kerteye varıyordu ki, kendilerini altın ve gümüşten, zevk ve safadan, lezzet ve şehvetten bir âlem kurup, keder ve ızdırap fikirlerinin kafalarına girmesine izin vermiyorlardı. Oysa uzun İhsan Efendi dünyanın şahidi olmanın gerçek bir ibadet olduğunu sık sık söylerdi. Her insan şu ya da bu şekilde dünyayı okumalıydı. Kur'an'ın kendisi peygamberin dünyayı nasıl okuduğuna bir örnekti ve onun ardında giden herkes dünyayı onun gibi okuyup şehadetlerini yazmalı ve bunları başkalarına aktarmalıydı. Dünyaya şahit olmanın yolu ise maceranın kendisinden başka bir şey değildi. Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk bu dünyanın şahidi olmaktı.”

2-“Düşlere dokunmak mümkün olabilir mi?”

3-“Zaten görülen ve görülmeyen bütün düşler, bu karanlığın ta kendisi değil miydi?”

4-“Ey kör! Aç gözünü de düşlerden uyan. Simurgu göremesen de bari küçük bir şerçeyi gör. Kaf dağına varamasan bile hiç olmazsa evinden çıkıp kırlara açıl."

3 Eylül 2022 Cumartesi

TUĞBA DOĞAN- NEFASET LOKANTASI

 

 Kitap 3 bölümden oluşuyor: 1.bölümde Türkiye’den gidecek olan Salih için nefaset lokantasında bir veda yemeği veriliyor. 2.bölümde Salih’in sevgilisi nihanla olan ilişkisi anlatılıyor.3. bölümde de Salih’in çocukluğundan bahsediliyor.

 Kitap nefaset lokantasının sahibi Afitap hanımın Salih’e veda yemeği vermesiyle başlıyor. Salih müdavimi olduğu bu lokantada yemeğini yerken Afitap Hanım mutfakta ani bir şekilde ölüyor.  Cenazeye katılanlar hayatlarında belki ilk defa şahit oldukları bir eşekarısı istilası yaşıyorlar. Salih Afitap hanımın miras olarak lokantayı kendisine bıraktığını öğreniyor. 16 yıldır çalıştığı gazeteden bir arkadaşı yüzünden kovulan Salih ne yapacağını bilemediği bir lokantayla kalakalıyor.

 2 yıllık sevgilisi olan nihanın intihar haberini alan Salih, kendisini ölümle aldatılmış gibi hissediyor. Varoluşsal sancılar çekiyor ve buralardan gitmek istiyor.  Roman ilerledikçe anlıyoruz ki Salih sadece işten kovulduğu ve ülkenin durumunu beğenmediği için değil, hayatta tutunacak dallarını; annesini ve çok sevdiği nihanı kaybettiği için gitmek istiyor. Afitap hanımın ölümüyle gidişini ertelemek zorunda kalan Salih bu süreçte geçmişini hatırlıyor. Kalbi düşünüyor ve çocukluk yıllarında annesiyle geçirdiği zamanları hatırlıyor. Babasının metresi olan annesini, eve çok sık gelemeyen babasını ve kendi icat ettiğini söylediği yağekmekşekeri hatırlıyor.


Çocukluktan itibaren anne ve babasız büyümek zorunda kalan Salih, çok eğlendiği Nihanı da işini de kaybedince gidemediği bu ülkede kalmayı da beceremiyor.  Çözemediği sorunlarıyla, peşini bırakmayan geçmişiyle ortada kalıyor. Kaybettikleri yüzünden gitmek isteyip de gidemeyerek kendini cezalandırıyor Salih. Bir nevi intihar ediyor.

Çokça sorgulamayla ve monologlarla dolu bir kitaptı. Neredeyse her yerin altını çizdim. Salih tüm kitap boyunca Brezilya’ya gidemedi belki ama geçmişine doğru adım adım gitti. Asıl gitmesi gereken yerin kendi derini olduğunu öğrendi.  Ne kadar acı verirse versin geçmişte yaşanan her şeyin bir gün hatırlanmak için kapalı kutulardan-hafızadan- çıkabileceğini gösterdi. Gidebilmeyi değil hatırlamayı değerli kıldı.

Tuğba Doğana verdiği bu güzel eserden ötürü çok teşekkür ediyorum.

ALINTILAR:

"Dünyayı anlamaya ilk heves ettiğinde çok okuma, çok düşünme kafayı üşütürsün dediler. Direnip devam ettiyse ergenliğinde şuna bak, çıktığı kabuğu beğenmiyor dediler. Devam edip yetişkin olduğunda ne oldu hani o kadar kitap okudun bir baltaya sap olabildin mi, bak şimdi tutunamayanları oynuyorsun dediler. Kimse bütün değerlerin ucuzlaştığı bir ortamda tutunmanın en iyi ihtimalle onursuz bir beceri olduğundan bahsetmedi."

"Dünyadan alacağı olduğunu düşünenle dünyaya verecekleri olduğunu düşünenlerin farkı, sadece baktıkları yerin farkı, onlar dünyanın umrunda değil, dünya dünya olmaya, hep aynı şekilde dönmeye devam ediyor ama bir tek devran bir türlü dönmüyor."

"Varoluşu anlamsız bulanları anlamıyordu. Ona göre varoluşun sorunu nihayetinde anlamsız değil aşırı anlamlı olmasıydı. Katlanması zor olan da anlamsızlığı değil sonsuzcasına uzayıp giden anlamlarıydı."

"Böyle yaşamaktan yoruldum. İşte bundan gideceğim ben. Buradan. Bu zehirlenmiş topraktan."

“Sen hiçbir zaman gerçekten gitmek istemedin. Sen sana gelinsin istedin.”

Herkesin bir gizli nakaratı vardır. Ömrü boyunca gizliden hep onu söyler.

Benim hayatım bu değil, olamaz. Bir gün bir şey olacak, bir şey kökten değişecek ve gerçek hayatım başlayacak, ben de onu yaşayacağım, yaşarken de diyeceğim ki hah işte buydu.

“Hayatın boyunca kimseye efendim deme oğlum. İnsan efendi değildir.”

"Kıyamet bile tam kopamıyor. Ya da belki kıyamet aslında böyle bir şeydir. Bir seferlik, devasa ve kimseyi kayırmayan felaket değil de gündelik hayatın içinde devam eden, garip, minik düzensizlikler olarak çalışan, her gün yeni bir yere sinip orayı halleden bir şeydir."

“Sevgiyi anlamanın tek yolu sevmektir. Ölümü anlamanın tek yolu ölmektir. Bu düşünce acı yaratıyorsa da acı, hissizlikten iyidir.”

"Pişmanlık ve utanç bizi insanlaştırır."

Kimse yola çıkarken olduğu halde kalmadı. Mazlumlar zalim, âşıklar hain, mücahitler müteahhit ve gariban galip oldu. Hayaller hüsran, hayatlar berbat oldu.

İnsanın evi kitaplarının olduğu yerdir.

“İnsan hayatı boyunca sadece acıyı ve kaybı yaşar.”

“Önce niyetler zehirlendi. Sonra sözler ve eylemler zehirlendi. Arada kelimelere saldırıldı ve kelimelerin ruhları zedelendi. İnsanlar ahmaklaştıkça ahmaklaştı. Hiçbir şey yapamadık. İçinde durarak ve bedenlerimizi yakalamasına izin vererek büyük bir çürüme tarihi yarattık.”

"Hiçbir şeye geç kalınmaz, her şey kendi zamanında olur."

24 Ağustos 2022 Çarşamba

İRAN SİNEMASI

 

 Son birkaç yıldır çok ilgimi çeken İran sinemasından genel anlamda bahsetmek istiyorum. Her türlü baskıya, savaşa, devrimlere rağmen özgün bir sinema oluşturmayı başarmışlar. Filmleri izledikten sonra ne kadar samimi ve doğal olduklarını görüyorsunuz. Tıpkı bizden biri gibiler. Bazı filmler günlük hayatta aniden biri bir kamera çıkarmış ve çekmeye başlamış gibi doğal. İran’ın ünlü yönetmenlerinin de kendine has tavırları olsa gerek sanki filmlerde hiçbir senaryo yokmuş ve oyuncular metin ezberlemiyorlarmış hissi uyandırıyor. Adeta yönetmen oyuncuları bir kenara çekip “Senin oynayacağın karakterin hikayesi bu, sadece oyna.” Demiş.

Alışılagelmiş sinemanın çok dışında duruyor. Hollywood yapımı, klişeleşmiş olmasına rağmen ödül alan pek çok filme taş çıkartır. Öyle de olmuş aslında. Yönetmenler tüm yasaklara rağmen film çekmenin ve yayınlamanın bir yolunu bulmuşlar. En ilginç örneklerinden bir tanesi de Cafer Panahi’nin “Bu bir film değil” adlı yapıtı. Bu eser bir kekin içine gizlenmiş USB bellek ile ülke dışına çıkartılarak yayımlanma imkânı bulmuş ve ödül almış. Zor şartlar altında bile bir şekilde sanatlarını icra etmeye çalışmışlar. Yönetmenlerin çoğu hükümet karşıtı filmler yapmak suçundan hapse girmişler.

Filmlerin çoğunda kadınlar, çocuklar ve aileler anlatılıyor. Bazı filmlerde olduğu gibi paldır küldür olaylar yaşanmıyor aksine gayet sakin ve sanatsal bir izlenim sunuyor. Estetik anlayışları da oldukça farklı. Film bittikten sonra da üzerinde düşünüp sindirmeniz gerekiyor. Size yorumlama hakkı tanıyor. Birçok yönden bizim yaşantılarımıza da yakın olan filmleri izlerken farkına varmadığımız şeyleri görüyoruz.

İran sinemasının ünlü filmleri:

Yakın Plan (Close-Up)

Kirazın Tadı (Taste of Cherry)

Rüzgâr Bizi Sürükleyecek (The Wind Will Carry Us)

Arkadaşımın Evi Nerede? ((Where Is the Friend's Home?)

Bir Masumiyet Anı (A Moment of Innocence): ekmek ve çiçek

Elly hakkında (About elly)

Ve Yaşam Sürüyor

10 (Ten)

Zeytin Ağaçları Altında(Through the olive trees)

Şirin (shirin)

Sonsuzluk ve bir gün

 Bir Ayrılık (A Separation)

Satıcı(the salesman)

 



16 Temmuz 2022 Cumartesi

MUTLU ÇİKOLATALAR

 

 Mutluluk, TDK’de “Bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan duyulan kıvanç durumu, ongunluk, kut, saadet, bahtiyarlık, saadetlilik” olarak tanımlanıyor. Mutluluk aynı zamanda göreceli bir kavram. Sizin mutluluk duyacağınız bir şeyden başkaları keyif duymayabilir.

 Mutlu olmanın da pek çok yolu vardır. Örneğin; endorfin ve serotonin hormonu salgılanmasını sağlayan çikolatayı yiyerek mutlu olabilirsiniz. Sevdiklerinize de çikolata ikram ederek onların mutluluğunu paylaşıp siz de mutlu olabilirsiniz. Çikolatalar da mutlu mudurlar acaba? Bu tartışılır fakat çikolata mutluluğun temel bir simgesidir.


Çikolata dışında da mutlu olmanızın pek çok yolu vardır. Kendinize zaman ayırıp yaptığınız herhangi bir şey de sizi çok mutlu edecektir. Özenerek hazırladığınız bir yemek tabağı, saatlerce okuduğunuz bir kitap, uzun uğraşlar sonucu çizdiğiniz bir resim, dinlediğiniz bir şarkı, kendinizle çıktığınız bir yürüyüş ve daha pek çok şey size mutluluk getirecektir. Önemli olan ufacık şeylerden bile alabileceğimiz haz duygusunu bulmak ve bulduğumuz şeyin üzerine gitmektir. Bugün siz mutlu ve pozitif bir insan olduğunuzda çevrenizin de zamanla aynı ölçüde değiştiğini göreceksinizdir.

Günlük hayatın keşmekeşi sırasında unuttuğunuz ve aslında büyük bir şükür sebebi olan şeylerin farkına varın. Büyük mutlulukların ufacık şeylerin ardında olduğunu ve ulaşmanın hiç de zor olmadığını bilin. Kendinize zaman ayırıp sizi ne mutlu eder bunu öğrenin. Size göre olan mutluluğu bulun ve keyfini çıkarın. İşte o zaman hayat size hiç beklemediğiniz anda bir kutu çikolata bahşedecektir. Afiyet olsun🙂

 


17 Haziran 2022 Cuma

MARY - EFES'E YOLCULUK-

 

 Hz. İsa’nın göğe yükselmesinden sonra Meryem ana Efes’e doğru zorlu bir yolculuğa çıkar. Bundan tam iki bin yıl sonra Mary adında bir azize altı yaşındaki lösemili oğluyla birlikte aynı yolculuğa çıkacaktır. Şifalı suyu aramaya çıktıkları bu mucizevi yolculukta her an yüreğiniz ağzınızda ve akışın içinde sanki sizde varmışsınız gibi hissedeceksiniz. Bin yıl önceki tarihsel gerçeklerin günümüz kurgusuyla çok iyi bir şekilde birleştirilmiş halini okuyacaksınız.

  Mary, kendisinin bir azize olduğunun farkında değildir. Bir gün hastanedeki oğlunun başında beklerken uyuyakalır. Rüyasında Meryem anayı ve Hz. İsa’nın 12 havarisinden biri olan Aziz Yuhannayı görür. Bu rüyaların ardından gelişen olaylar sonucu Mary kendisinin seçilmiş biri olduğunu öğrenir. Gördüğü rüyalardan yola çıkarak şifalı suya oğlunu götürmek için Türkiye’ye gitmeye karar verir. Oğlunun doktorunu da alıp Türkiye’ye Meryem ananın evine ve şifalı suya doğru yolculuğa çıkarlar. Mary’nin peşine onu öldürme göreviyle kardinalin adamları takılmıştır.

     Mary Türkiye’ye gelir gelmez şifalı suya gider ve elini keserek suyun altına tutar. Hiçbir iyileşme göremeyince suyun şifalı olmadığını anlayıp ümitsizliğe kapılır. Uzaktan olanı biteni izleyen Mengü kadın Mary’nin halini görüp onu hemen yakınlardaki evine götürür. Mary’nin dilini bilmediği için rehber Mustafa’yı çağırır.  Mengü kadın aslında doğaüstü güçlerle iletişime geçebilen birisidir ve Mary’nin neden buralara kadar geldiğini öğrenmiştir. Mary’nin uyumasını sağlayarak rüyalarındaki yolculuğunu tamamlamasını beklerler. Rüyasında iki bin yıl önce Meryem ananın yaşadıklarını tüm detaylarıyla gören Mary şifalı suyun gerçek yerini öğrendikten sonra uyanır. Oğlunu da alıp şifalı suya gider.

  Türkiye’nin önemli zenginliklerinden olan Efes, Laodikya, Hierapolis vb. nice güzelliklerden kitapta da detaylıca bahsediliyor. Hatta kitap bu muhteşem kurgunun ardında bu güzellikleri tanıtmak ve ülkemizdeki inanç turizmini geliştirmek adına yazılmış diyebiliriz. Gerçekten de tüm dünyanın görmesi gereken güzellikler bizim ülkemizdeyken en az ziyaret edilenler de yine bizim ülkemizde. Bu durumu değiştirmek adına, çevremizdeki olağanüstü tarihin ve bu güzelliklerin farkına varmak adına devrim niteliğinde bir kitap. Gözünüz gönlünüz açılacak ve hemen en yakınınızdaki tarihi bölgelere seyahat etmek isteyeceksiniz. Bu muhteşem kitaptan kimsenin mahrum kalmasını istemiyor ve tarihimize sahip çıkılması adına bende bu yazıyı yazarak ufak da olsa bir adım atmak istiyorum.  Aynı zamanda kitaba ulaşmak için aşağıdaki linke tıklayabilirsiniz. Şimdiden keyifli okumalar.

https://books.google.com.tr/books?id=2thaEAAAQBAJ&printsec=frontcover&hl=tr&source=gbs_ge_summary_r&cad=0#v=onepage&q&f=false

KİTABIN TANITIM VİDEOSU:

https://www.youtube.com/watch?v=lHSShguL0hY

19 Nisan 2022 Salı

YÜRÜMENİN FELSEFESİ

 

  Frederic Gros’un yazdığı bu kitap adeta yürüme eyleminin vücut bulmuş hali diyebilirim. Bu iddialı söylemimde kitabı okuduğum zaman karantinada olmamın da büyük etkisi olmuş olabilir. Zira kitap içinizde her şeyi bırakıp aniden çekip gitmek, hiç bilmediğiniz yerlerde kilometrelerce yürümek ve çevredeki güzelliklerin farkında olarak yürüme isteği uyandırıyor. Bu bağlamda gayet harekete geçirici bir eser olduğu söylenilebilir.

Kitapta Nietzsche, Thoreau , Rousseau , Kerouac ve Gandhi  gibi pek çok yazar ve düşünürün alıntıları da var. Bu alıntılar sayesinde okumak daha da keyifli hale geliyor. Yazar yürümek için özel ayakkabılara ve yürüyüş çubuklarına ihtiyaç olmadığını, tüm bunların sadece kapitalizmin bir oyunu olduğunu savunuyor. Yani yürümek için kaliteli ekipmanlara ihtiyacınız yok, ayaklarınız ve farkındalığınız olması harekete geçmeniz için yeterli. Yazar bir noktada yiyecek içecek dışında sırt çantalarına gereksiz bir sürü yük yüklenmesine de karşı çıkıyor. Zaten yürümek belki de arınmak için çıktığınız yolculukta, sırtınıza fazladan yükleyeceğiniz her ağırlığın yürüyüşü çileye döndürdüğüne ve amacından uzaklaştırdığına inanıyor. Bu noktada da minimalizm’e vurgu yapıyor. Ne kadar az ve ihtiyaca yönelik eşyanız olursa yürüyüşünüz de o kadar rahat geçecektir.


 Kitapta bahsedilen yürüyüş bir yere yetişmek için hızlı hızlı yürünen yolu değil; daha sakin, etrafında olup bitenin farkına vararak, çevrendekilerden ve o andan keyif duyularak, her ne olursa olsun mızmızlanmadan yapılan bir yürüyüşü anlatıyor. Ayaklarınız ağrısa ve karnınız aç olsa bile bir şekilde huzur içinde yürümekten adeta bir tefekkürden bahsediliyor.  Yürümenin bir spor değil, düşünmenin farklı bir biçimi olduğunu anlatıyor.

 İyi yürüyüşler diliyor ve altını çizdiğim birbirinden güzel alıntılar ile sizleri baş başa bırakıyorum.

                                                                        🚶

·        “İşleri yaratanın da yüklenenin de kendimiz olduğunu gayet iyi anlayıp onlarla uğraşmaktan ve onlar tarafından alıkonmaktan kurtulacağımız bir gün elbet gelecek. Çalışmak; birikim yapmak, hiçbir kariyer fırsatını kaçırmamak için hep pusuda beklemek, bir mevkiye göz dikmek iş yetiştirmek, rakipleri düşünüp endişelenmek. Bunu yap, şunu görmeye git, öbürünü davet et: sosyal ilişkilerdeki baskılar, kültürel modalar, iş yoğunluğu...Her zaman bir şeyler yapmak, peki ya “olmak?” Bunu sonraya bırakırız çünkü hep daha iyisi, daha acili, daha öncelikli olanı vardır. Var olmak yarına kadar bekleyebilir. Ancak yarın da öbür gün işlerini getirir. Bitmeyen karanlık bir tünel. Ve buna yaşamak derler.”

·        "İnsan kendini sevmeyi yeniden öğrenebilmek için uzun mu uzun bir yol tepmelidir."

·        "Yola çıktığınızda hem kaygılı hem neşelisinizdir. Kaygılısınızdır çünkü bir şeyleri bırakıp gidiyorsunuzdur. Öte yandan geride bıraktıklarınız yüzünden neşelisinizdir; diğerleri kalırlar, oldukları yere mıhlanmış, sıkışmış olarak."

·        "Yaşamak için ayağa kalkmamışken, yazmak için oturmak nasıl da beyhudedir."

·        "Ve unutmayın, yürürken taktire şayan tek şey gökyüzünün parlaklığı, manzaranın görkemidir. Yürümek spor değildir."

·        “Bir kez ayakları üzerine dikildi mi, olduğu yerde kalamaz insan.”

·        "Yürümek kendini bulmak değil, kendine yeniden şekil vermek için imkân yaratmaktır."

·       " Beden ezip geçtiği toprakta demlenir. Ve böylece yavaş yavaş manzaranın içinde olmaktan çıkıp manzaranın kendisi olur."

·        “Maddi olan her şey aldatıcıdır, değişken ve görecelidir, beden bir kılıftır, hakikatse ruhta, fikirde ve zihinde gizlidir.”

·    " Hiçbir zaman yalnız ve yürüyerek yaptığım seyahatlerdeki kadar düşünmedim, var olmadım, yaşamadım, kendim olmadım."

·        "Yürümek kenara çekilmektir: Çalışanların kenarından, hız yapılan yolların kenarından, servet ve sefalet üretenlerin, sömürenlerin, emekçilerin kenarından, kış güneşinin solgun yumuşaklığını ve ilkbahar esintisinin tazeliğini hissetmekten daha önemli işleri olan ciddi insanların kenarından uzaklaşmaktır."


7 Mart 2022 Pazartesi

8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ

  Günün anlam ve önemine binaen bir kere daha kadınlardan bahsedeceğim. Turgut Uyar'ın çok sevdiğim “Kaçak yaşama yergisi” şiirinde “Akşamları eve hep arka sokaklardan dönüyorum.” Diye bir mısra var. Bu şiiri pek çok kez okumama rağmen ilk kez farklı bir bakışla okuduğumu itiraf etmeliyim. Akşamları eve arka sokaklardan dönemeyen 21.yüzyıl kadınlarının bakışıyla, otobüste tek kalmamak için iki veya üç durak önce inip tedirginlikle evlerine yürüyen kadınların bakışıyla ve evde tek kaldıklarını belli etmemek için kapısına erkek ayakkabısı bırakan kadınların bakışıyla, yani 21.yy’da bir şekilde hayatta kalmaya çalışan kadınların bakışlarıyla okudum. Bu bakış açısı tokadını öyle bir savurdu ki yüzüme aslında güçlü görünmeye çalışan, kendi ayaklarının üzerinde durabilmek için mücadele veren benim gibi pek çok kadın arkadaşımın, toplumsal olarak nasıl psikolojik bir baskıya maruz kaldığını bir kez daha görmüş oldum. Halihazırda yapılan cinsiyet ayrımcılıkları, dış görünüş üzerinden oluşturulan güzellik algıları ve bunun gibi pek çok şeye-maalesef- sadece kadın olduğu için maruz kalan çok insan var. Günlük hayatlarında verdikleri çabalar yetmiyormuş gibi bir de böylesine gereksiz tabuları yıkmak için kendilerini hırpalıyorlar.


  Biz de geceleri yürüyüş yapabilelim veya bir yerden dönerken tedirgin olmayalım. İstediğimizi yapabilelim, kimsenin saçma güzellik standartlarına takılmayalım. Tacize ya da tecavüze uğrama ihtimalinin gölgesinde kendimizden ödün vererek yaşamak zorunda kalmayalım. Hiçbir kadın şiddete uğramasına rağmen çocukları için susmak zorunda kalmasın. Elinin hamuruyla, bileğinin ve yüreğinin gücüyle pek çok kadın gönlünce yaşamaya devam edebilsin. Bir kadın kendi hemcinsine aşağılayıcı ithamlarda bulunmasın.’ Kadın kadının yurdu’ olsun. Kız çocukları zorla evlendirilmesin. Namus kavramı sadece kadın üzerinden konuşulmasın. Mutsuzluk ve güvensizlik üzerine kurulu evliliklerinde kadınlarımız aile evine dönmeye utanmasın. Hiçbir kadın nişanlısı, eşi, sevgilisi, iş arkadaşı, babası, abisi veya hiç tanımadığı biri tarafından canice öldürülmesin. Gördükleriniz ve duyduklarınız karşısında siz de sessiz kalmayın ve çocuklarınızı da bu bilinçle yetiştirin. Bir daha hiçbir şiddet, cinayet ve vahşet olmaması dileklerimle…

 Turgut Uyar’ın muhteşem şiirine rağmen akşamları eve hep arka sokaklardan dönemeyen 21. Yüzyıl kadınlarına ithafen …




2 Mart 2022 Çarşamba

SAHAFLIK KÜLTÜRÜ

 

 Sahaflar ikinci el ve eski kitapların alınıp satıldığı kitapçılardır.  Dilimize Arapça olan sahife kelimesinden geçmiştir.  14-15. Yüzyıllarda Bursa ve Edirne’de gelişmeye başlayan sahaflık İbrahim Müteferrika’nın matbaayı bulmasıyla taçlandırılmıştır. Kitapların basılmasıyla okurlar koleksiyon yapma imkanları bulmuştur. Yapılan bu koleksiyonlar zamanla okurun vefat etmesiyle sahaflara bağışlanmaya başlamıştır. Bağışlanan ve takas edilen ikinci el kitaplar, kâğıt toplayıcılarının buldukları romanlar, sahafların genellikle kitaplarını temin etme yollarıdır. Günümüz sahafları test kitapları, posterler, plaklar ve pullar gibi koleksiyonluk ürünler satsalar bile sahaflığın eskiden beri süregelen kültüründe aslında eski kitapları satmak vardır. Günümüzde eski ve değerli kitapları talep eden olmadığı için -olsa da ekonomik anlamda gücü yetmediği için- sahaflar kiralarını ödeyebilmek ve geçinebilmek adına test kitapları ya da antika ürünler satmak durumunda kalıyorlar.

 Sahaflıkta ve okurlukta ortak olarak en zorlanılan yerlerden bir tanesi de ekonomidir. İnsanlar hayatlarını idame ettirebilmek için mesleklerinin kültürünü bozguna uğratmak zorunda kalıyorlarsa burada işçi sınıfının yapabileceği pek de bir şey görünmüyor. Sanatı ve zanaatı, mesleklerin özünü korumak için elini taşın altına koyacak eski kültürlere sahip çıkacak birileri ne yazık ki bulunmuyor.  Halbuki başka hayatların hikayelerini kendimizinkine eklememize yardımcı olan en kıymetli etken sahaflardır. Sahafların kendilerine has selüloz kokusu içeri girdiğiniz anda sizi başka diyarlara alır götürür.

 ‘Sahaf esnafı çoğunlukla yazma ve değerli kitap satan, derin kitap bilgisi ve ilmi olan, müşterisinin ihtiyacını gideren, ehline ehliyetle deva bulan bir ticaret erbabıdır’. Sahaflar Şeyhi Muzaffer Ozak'ın bir sözü vardır. “Sahaflıkölenlerin kitaplarını alıpölecek olanlara satma sanatıdır.”  Ülkemizde pek çok yerde sahaflar çarşısı bulunmaktadır. İstanbul’da Beyazıt sahaflar çarşısı ve Beyoğlu Aslıhan çarşısı en bilinenleridir.  


 Son olarak araştırmalarım esnasında sahaflar belgeselinde duyduğum bir sözü paylaşmadan edemeyeceğim: “Kitabın üç büyük düşmanı vardır; ateş, su ve kadın.”  Bu sözün kullanılış biçiminde profesörlerin eve çok kitap aldıkları için eşlerinin kıskanmaları ve onlar öldükten sonra da kitapları hemen satmak istemeleri örnek olarak verilmiş. Her ne olursa olsun böylesine genel ve cinsiyetçi bir tanım çok yanlış. Okumayı seven, kitaplarda kendini bulan ve sahaf olan kadınlar da var. Örneğin İskenderiye kütüphanesinin yakılmasını önlemeye çalışan Hypatia bilge bir kadındı. Yani kadınlar kitapların düşmanı değil ancak dostu olabilirler.  Kitaplar söz konusu olduğu zaman kadınlar ve erkeklerin ayrımcılığa uğraması söz konusu bile olamaz. Kitap kendi bünyesinde cinsiyet barındırmaz.  

   Sahaflık kültürünü devam ettiren , Sorduğum bütün sorulara cevap veren ve her gittiğimde içten bir sıcaklıkla beni karşılayan Hakan Aktaş’a ve Serkan Aktaş’a teşekkürlerimle….

 

14 Şubat 2022 Pazartesi

GAUGUİN: VOYAGE TO TAHİTİ (FİLM İNCELEMESİ)


     Sanat tarihinde sıkça adı geçen ünlü ressam Paul Gauguin’in hayatının bir dönemi filmde anlatılıyor. Fransa’da doğan ressamın evlenip beş çocuğunu ardında bırakıp gitmesinden sonraki yolculuğunu izliyoruz.

 
   Gauguin resim yaparak para kazanamaz ve ailesini bırakıp Tahiti’ye gider.  Burada bambudan küçük bir kulübede resim yaparak yaşamını sürdürür. Yaptığı resimleri satması için eşine postalar. Birkaç ay sonra eşinden gelen mektupta eserlerinin hiç satılmadığını öğrenir. Mecbur kalarak hamallık yapar. Tehura isimli yerli bir kadınla evlenir ve genellikle onu çizer.  Bir gün kalp krizi geçirir ve hastaneye kaldırılır. Doktoru Fransa’ya geri dönmesini ve sağlıklı beslenmesini söyler. Son zamanlarda halktan Tehura’nın kendisini aldattığına dair haberler duyar. Artık Tahiti’de yaşamasının bir anlamı kalmamıştır. Tek başına Fransa’ya geri döner.  

Film bu esnada bitiyor ve ressamın Tahitiye tekrar gitmesine rağmen Tehurayı bir daha hiç göremediğini söylüyor.  Filmde ve gerçek hayatta ressam hiçbir eserinden gelir elde edemezken öldükten sonra eserleri milyon dolarlara satılıyor.

Ressamın sanat anlayışına ve resimlerine filmde çok değinilmemiş. Gauguin’in ve Tehura’nın aşkı daha yoğun gösterilmiş. Özellikle sanat anlayışı için izlemek istiyorsanız zaman kaybedeceksinizdir. Paul gauguin’in sanat anlayışı için Prof. Dr. Ayla Ersoy’un Gauguin’i anlattığı programı izlemeniz daha faydalı olacaktır.

 Gauguin’in yaptığı  bazı tablolar:






8 Şubat 2022 Salı

19. yüzyılda bir aile cinayeti

 

  Merhabalar. Bugün Michel Foucault’un derlediği ‘Bir Aile Cinayeti’ kitabının incelemesini yapacağım.  Fransa’da 1835 yılında işlenmiş bir cinayet davasının mahkeme kayıtlarını, doktor raporlarını, vaka analizlerini ve gazete makalelerini derlenmiş bir halde okuyoruz. Psikolojik ve sosyolojik açıdan çok önemli analizler sunulmuş. “Annemi, kız kardeşimi, erkek kardeşimi katleden ben, Pierre Riviere.“ Diye kendisini tanıtan katilin hayat hikayesini anlattığı bir hatırat bölümü de kitapta mevcut.

“Pierre Riviere babasının askerden kaçması için peydahlanmış bir çocuktu.”  Diye geçen bir yer var. İstenmeden yapılmış bir evlilik, bir şeylerden kaçmak için dünyaya getirilen bir çocuk, bilinçsiz ve sevgisiz bir ebeveynlik nasıl sorunlar doğurabilir bunları detaylıca anlatmışlar. Aslında Pierre çocukluk çağlarından itibaren farklı bir çocukmuş. Kendisiyle birlikte içinde bir canilik büyütmüş. Anne ve babasının çekişmeli boşanma aşamalarından da etkilenen Pierre, annesinin babasını çok üzdüğünü ve kardeşlerinin de bu konuda annesine yardım ettiğini öne sürerek içindeki bu caniliği durdurulamaz bir noktaya getirmiş. Tüm planlarını yaptıktan sonra babasını mutlu etmeyi umarak malum cinayeti işlemiş.

 Yazar bu cinayete ait tüm belgelerin yazılı metinlerini de kitaba eklemiş. Pierre ebeveyn katili olduğu için idam cezası alması gerekiyormuş fakat davanın başındaki kişiler katilin akıl sağlığı konusunda şüpheye düşünce müebbet hapis cezası almasına karar verilmiş. Hemen hemen aynı zamanlarda kralı öldürmeye teşebbüs eden bir suikastçı idam ile cezalandırıldığından Pierre Riviere’nin dava dosyası çok konuşulmaya başlamış.  Yazar bu kısımda toplumun “normallik” normlarına karşı değinmelerde bulunmuş. Okumak isterseniz diye kitaptan alıntılar bırakıyorum:

·        İnsan doğasının sınırları hakkında soru sorma fikri, sadece toplumsal ilişkiler ağından dışlanmış olanların aklına gelir.

·        Kanunlara karşı çıkmak istiyordum, bana öyle geliyordu ki, babam için ölmekle kendimi ölümsüzleştirecektim.

·        Nasıl olursa olsun, öldürmek ve ölmek aynı madalyonun iki yüzüdür.

·        Dik kafalılık ve yalnız kalmaktan zevk alma öncelikle birer kalıcı karakter özelliğidir ve bu nedenle daha fazla açıklama gerektirmezler.

·        Öldürmek, sonra hayatta kalmak ve dayanmak; bu, insan olmanın tam karşıtıdır.

·        " Az önce babamı kurtardım, bir daha hiç mutsuz olmayacak."

·        Onun karamsar ve kederli yaradılışının derinliklerinde acımasızlık dürtülerinin, garip bir gaddarlığa karşı temayülün ve insanlık düşmanı fikirlerin yattığı kuşku götürmez, ama şayet bir süre kendisine karşı mücadele etmiş olsaydı bu korkunç kararın üstesinden gelemez miydi acaba? 



Adı:Kadın Öykü Seçkisi

  "Adı: Kadın Öykü Seçkisi"  Bu öykü seçkisine katılırken kazanabileceğime dair bir ümidim yoktu. Şansımı denemek istedim. İy...